19. yüzyıl boyunca sosyal evrim yaklaşımının etkisinde olan gelişim psikolojisi çocukluktan yetişkinliğe geçişin evrelerini keskin bir biçimde tanımlarken, antropoloji çocukluğun tek ve evrensel bir süreç olarak yaşanmadığını gösterdi.
Böylece, ülkelerin kültürel yeniden üretiminin bir nesnesi olarak çocuklara değil, bizzat çocukların çocukluğu yaşayış hallerine yüzümüzü çevirdik. Sosyoloji ise daha çok sosyalleşme süreçlerine, toplumsal rollerin ve normların içselleştirilmesine odaklandı. Halbuki, J. Qvortrup der ki; çocukluk topluma başarılı bir şekilde entegre olma süreci değildir, çocuk zaten belirli bir zaman kesitinde ve kuşaklararası yapının içerisinde topluma entegredir.
Çocuklar “hazırlık aşamasında” değildir, geleceğin yetişkinleri olarak değil bugünün çocukları olarak haklara sahiptir. Dolayısıyla çocuk kendisi için en iyi bilgi kaynağıdır, kendisi adına konuşabilir. Tam da bu yüzden çocuklar için dünyada geliştirilen göstergeler artık bebek ölüm oranları ve temel ihtiyaçların sağlanmasının çok ötesindedir.
Çocukların kendi yaşam memnuniyetlerini, beklentilerini ve arzularını ifade etmeye çağrıldığı “çocuğun iyi olma hali” göstergeleri geliştirilmiştir. Çocuk kendi adına konuştuğunda başka kimsenin konuşmasına gerek kalmadığı çeşitli araştırmaların sonuçları ile ortaya konmuştur. Örneğin, çocuklar adına geliştirilen anketlerde çocuğun maddi koşullarını ölçmek için genellikle cep harçlığı miktarı sorulurken, UNICEF için yapılmış kapsamlı bir araştırmada çocuklar kendileri için asıl belirleyici olan maddi koşulların tatile gidip gitmemek ve kıyafetlerin eskiliği/yeniliği olduğunu belirtmiştir. Başka bir araştırmada ise çocuklar hem suçun hedefi olmaktan ve zarar görmekten korktuklarını hem de yetişkinler tarafından kamusal alanda kısıtlanmak istemediklerini belirtmiş, etrafları stabil ve güvenli ilişkilerle çevrili fakat içerisinde özgürce hareket edebildikleri bir çember tasvir etmişlerdir.
Okul, ev, mahalle ve internet çocuğun en temel gündelik hayat mekanları olmuştur. Bu mekanlarda çeşitli düzeylerde yetişkin kontrolü vardır ve kuşaklararası ilişkiler çocukların toplumsal hayata katılımı için hem kolaylaştırıcı hem de kısıtlayıcı bir rol oynamaktadır. Yine de, çocukluk çalışmaları 1970’lerden itibaren çocuğu toplumsal dünyayı aktif olarak yorumlayan bir özne olarak ele almaya başladı ve kendine özgü tüm çatışmaları ile çocuğun perspektifi karar alma süreçleri için en temel bilgi kaynağı oldu.
RAKAMLARLA ÇOCUKLAR
Peki, çocukların gözünden nasıl bir toplum ve nasıl bir dünya görünüyordur dersiniz?
AB ülkelerinde çocuk nüfus oranı ortalama yüzde18’lerde iken, Türkiye’nin yüzde 27.2’si çocuklardan oluşuyor. İstanbul’da ise en az 4 milyon çocuk yaşıyor. İstanbul’da hanelerin neredeyse yarısı (yüzde 47.5) çocuklu ve yaklaşık 500 bin hane tek ebeveynli. Bunların çoğu anne ve çocuktan oluşan anne reisli haneler. Türkiye’deki tek ebeveynli hanelerin neredeyse 1/5’i İstanbul’da bulunuyor. İstanbul’da küçük çocukların yüzde 83’üne annesi bakıyor, yüzde 10’una ise büyükannesi. 3-5 yaş arası çocukların yüzde 59’u okul öncesi eğitim almıyor, okul öncesi okullaşmada İstanbul Türkiye’nin gerisinde.
Okul öncesi eğitimde özel okullar yaygınken, ilk (yüzde 90) ve orta öğretimde (yüzde 79) büyük çoğunluk devlet okullarında eğitim görüyor. Halk kütüphanelerine kayıtlı 30 bine yakın çocuk var fakat hanelerin neredeyse yüzde 90’ında destekleyici eğitim faaliyetlerine (yabancı dil kursu, spor veya sanat kursları) giden çocuk yok. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden sosyal yardım alan haneler ile yapılan araştırmada ailelerin son 1 yıl içerisinde çocuklarına okuldaki öğretmenlerin istediği ders kitapları dışında bir tek kitap al(a)madığı görülüyor. Sosyal destek alan hanelerin yüzde 80’e yakınında (yüzde 78.7) en az bir çocuk bulunuyor ve çocuklu hanelerin yüzde 72.4’ünde bir veya daha fazla çocuk okula gidiyor. Bu hanelerin yüzde 43’ünün düzenli bir geliri yok ve yüzde 23’ünün geliri açlık sınırının altında. Hanelerin yüzde 60’ının ise sosyal güvencesi bulunmuyor. Üstelik, hanelerin yüzde 44’ünde ısınma sorunu var, yüzde 45’inde çocuklar yeterli düzeyde beslenemiyor, yüzde 42’sinde çocukların günlük kullandığı dışında ayakkabısı yok.
OYUN İHTİYACI GİDERİLMELİ
Hızlıca sıraladığım bu veriler İstanbul’daki çocuk yoksulluğunun boyutlarını gösterdiği gibi; fiziksel, psikolojik, sosyal ve psikolojik gelişimin en kritik evresi olan çocukluğun nasıl yaşandığını da gösteriyor. Sosyal yardımlar ile çocuklu hanelere giren kaynakları arttırmak ve çocukların temel gıdaya erişim gibi akut sorunlarına cevap vermek mümkün. Ancak, yukarıda bahsettiğim “çocuğun iyi olma hali” perspektifi ile bakılırsa İstanbul’un çocuklarının bu kentin nimetlerinden yararlanabilmesi için yapılması gereken çok şey var. Örneğin, hanelerin yüzde 70’i çevrede çocukları için güvenli bir oyun alanı bulunmadığını söylüyor. İstanbul95 programı kapsamında yürütülen HOP etkinlikleri ve seyyar oyun parkları böyle bir ihtiyacın makro projelerin bürokrasi ve kaynak sınırlılıklarına takılmadan karşılanmasını sağlayan oldukça yenilikçi fikirler. Herhangi bir boş alan hızlıca oyun alanına dönüştürülüyor, ip, sabun, kumaş gibi gündelik hayat malzemeleri ile çocukların hayal gücünün yön verdiği oyunlar şekilleniyor, kentsel mekân çocukların eliyle ve çocuklar için bir süreliğine de olsa dönüşüyor.
Pandemide çocuklarla yapılan araştırmalar gösteriyor ki, çocuklar evlerde sıkışmış, bunalmış ve keyifsiz hissediyorlar; imkânı olanlar tablet ve telefonla bu sıkışmışlığı yenmeye çalışıyor; kardeşi olanlar ise ev içerisinde bir oyun arkadaşına sahip oldukları için şanslı hissediyor. Çocukların evde keyifli vakit geçirmek için yeterli mekânı, malzemesi ve oyuncağı bulunmuyor; ev işleri tüm günü örtüyor, dinlenme ve oyun hakkı öteleniyor. Kadınların ev işi yükünün ve yoksulluğun arttığı bu dönemde yeterli ve isabetli sosyal hizmetler sağlanmadığında çocukluk da eve sığmıyor. Peki evin dışındaki fotoğraf farklı mı?
İstanbul’daki çocukların büyük bir kısmının sokakta oyun imkânı yok, gittikleri okullarda öğrenci başına düşen m2 yasal sınırların çok üzerinde, okul bahçeleri renksiz, işlevsiz ve boş sert zeminlerden oluşuyor, yeşil alanlar oldukça sınırlı veya çocuk oyun alanı standartlarına uygun değil. Tandoğan’ın yaptığı araştırmaya göre, bu sorunlar hem sosyo-ekonomik statüsü yüksek ve lüks sayılabilecek siteler için hem de suç ve bağımlılık oranları yüksek, sosyo-ekonomik statüsü düşük başka profilde mahalleler için geçerli. Yani, ailenin gelir durumu çocuk için her zaman daha çok yeşil alana erişim ve daha çok oyun fırsatı anlamına gelmiyor.
Çocuk hakları savunucularının da ifade ettiği gibi, çocuk çevresi kadar büyüyor ve “şehir büyüdükçe çocuk için ayrılan alan küçülüyor”. Kaotik ve sıkışık şehrin içinde “çocuk dostu alan” yaratmak dahi uygulanması oldukça zor bir hedef olarak masada dururken, bizzat şehri çocukların ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlemek gerekliliğini konuşamıyoruz bile.
OYUN OYNANABİLİR KENT İHTİYACI
Kent95 Programı kapsamında Superpool ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin hazırladığı İstanbul Oyun Master Planı bu gerekliliği merkeze alıyor, kentin çocukluğa alan açmayan o sıkışık yapısının etrafından dolanarak çocuk parklarının sayısını arttırmayı değil tam da o yapıyı dönüştürmeyi hedefliyor. Plan “oynanabilir bir kent fikri” için harekete geçmeye çağırıyor, bunun için de İBB parkları üzerinden iyi bir ihtiyaç ve sorun analizi yaparak kentin içinde oyuna daha fazla yer açmanın yollarını arıyor. Mevcut parkların çevresiyle ilişkisi, bulunduğu mahallenin ihtiyaçları ile uyumu, erişilebilirliği, temizliği, güvenliği, doğayla temasa imkân sunması, oyun değeri; yani yaratıcı, sosyal, özgür, renkli, heyecan verici ve duyu temelli oyun fırsatları sunması bu analizlerin başlıca kriterleri olarak politika tasarılarına yön veriyor. Ayrıca, farklı çocukların farklı ihtiyaçlarını gözeten oyun alanlarının oluşturulması, trafiğe kapalı sokak etkinlikleri ve seyyar oyun parkları gibi güncel modellerin yaygınlaştırılması gibi kentin oynanabilir yüzünü değiştirmeye dönük çalışmaların sonuçları önümüzdeki süreçte daha da görünür hale gelecek.
Oyun, ciddi bir sosyal politika meselesidir. Çocukluk insanın öğrenmeye en açık olduğu ve en hızlı öğrendiği yaşam evresidir, bu da ancak çevreyle etkileşim içerisindeyken mümkündür. İstanbul genellikle nüfus kalabalıklığı ve mevcut sorunları ile anılsa da çocuklar için görkemli bir öğrenme alanı olma anlamında büyük bir potansiyel taşımaktadır. Bu potansiyeli gerçekleştirmek için kamuoyunun yüzünü İstanbul’un kaynaklarını, çocukların geleceğini ve çevresini yıkıma uğratacak mega projelerden çevirip çocukluğu ve oyunu ciddi bir sosyal politika alanı olarak tanıyan, bu alanlara zihinsel enerji ve kaynak yatıran yerel yönetimlere çevirmesini sağlamamız gerekiyor.