Mülteci olmak mı zor mülteci kalmak mı?
Göç etmek çoğu zaman göçmen olunan yerde yeni bir hayat inşa etmekten çok daha kolaydır. Uluslararası göç literatüründe psikoloji temelli açıklamalarda kullanılan “dayanıklılık” (resiliency) kavramı ile, bazı kişilik özelliklerine sahip bireylerin gittikleri/göçmen oldukları yere daha kolay uyum sağlayarak yeni bir hayat kurabilme kapasitesine sahip olduğu söylenir.
Bir şehri tanımak için kullanılan haritalar o şehirde yaşayan insanları çoğu zaman görünmez kılar. Yollar, havaalanları, sokak isimlerinden oluşan haritalar bize hikayeleri, bağlamları, duygu ve düşünceleri, çatışma ve dayanışmayı, dil ve kültürü genellikle açıklayamaz (Chambers, 2014). Gündelik hayat ise tüm canlılığı ile bunları gözler önüne serer.
Gündelik hayat hem toplumsal ilişkilerin dönüşümüne hem bununla birlikte dönüşen mekana dair taşıdığı ipuçları ile tüm yerel yönetimlerin okuması gereken bir metindir. Kent hayatına dair getirdiği özgün yaklaşım ile ünlü olan sosyolog George Simmel, şehirlerde gündelik hayatın çok hızlı akması ve trafik ışıkları, insan kalabalığı, uyulması gereken birçok yönerge ve kural, yetişilmesi gereken birçok iş gibi çok yoğun uyarıcıların olması sebebiyle kentli insanın “blase” tutumu geliştirdiğini savunur.
Bu, insan zihninin baş edemeyeceği kadar yoğun bir hız ve uyaran altında kalarak bir tür “kayıtsızlık” geliştirmesi olarak tanımlanır. Kentli insan bir dakikalığına dursa etrafının nasıl hızla aktığı çok daha görünür olur ve bu akış kimi zaman büyük dönüşümleri de beraberinde getirir. Bugün İstanbul’da yaşayan herhangi biri sabah evinden çıkıp işyerine veya okuluna doğru yürürken toplu taşıma araçlarında, kaldırımlarda, trafik lambalarının önünde, parklarda, duraklarda, dükkanlarda; hatta işyerlerinde ve okullarında Suriyeli mülteciler ile karşılaşmaktadır. Kentte mültecilerle birlikte yaşama halinin 2011’de başlayan Suriye iç savaşı kadar yakın bir tarihi vardır fakat “sanki hep böyleymiş” hissi biraz da kent hayatının baş döndüren hızının toplumsal ilişkilerde meydana gelen büyük dönüşümleri gündelik hayatın akışına kolayca dahil edebilmesinden kaynaklanıyor.
Bu dönüşümler kent mekanının her noktasında ve gündelik ilişkilerde o kadar görünür olur ki, bir yerden sonra görünmez olur ve var olan resme büyük bir uyumla dahil olur. Birlikte yaşamak elbette bu kadar kolay olmadı ve olmuyor fakat yüzümüzü çatışma odaklı siyasi söylemden gerçekliğe, gündelik ilişkilere, kentteki mikro karşılaşmalara, çalışma yaşamındaki ilişkilere, komşuluğa, mahalleye, camilere çevirdiğimizde o kadar zor olmadığını söylemek de mümkün.
Kamusal alan, insanların birbirlerini tanıması ve söyleşmesi üzerine kurulu insanlararası bir alandır. Fatmagül Berktay’ın ifadesiyle, tam anlamıyla gelişmiş bir kamusal alan farklı kimliklerin bir arada barındığı, bu farklılıkların en yüksek düzeyde çeşitlilik ve çoğulluk doğurduğu yerdir. Dolayısıyla, farklılığı gerçek bir kamusal alanın olmazsa olmazı olarak değil toplumsal dokuya tehdit, risk ve çatışma potansiyeli olarak okumak çok sık düşülen bir hatadır.
2021 yılının Haziran ayı itibariyle Türkiye’de 4 milyona yakın (3.684.412) kayıtlı Suriyeli mülteci olduğu, bu kişilerin neredeyse yarısının (%47) 0*18 yaş altı çocuklar olduğu, %71’inin ise çocuk ve kadınlardan oluştuğu bilinmektedir. Sayısal olarak en çok Suriyeli mülteci İstanbul’da bulunmaktadır (527.749) ve mülteciler İstanbul’da kamusal hayatın olağan bir parçası/öznesi olmuşlardır.
Kamusal alanın dönüşümünün gündelik hayatın akışı içerisinde sıradanlaşması bir arada yaşamaya dair umut verse de siyasetin çatışmacı söyleminin gündelik hayata hiç değmediğini, mikro karşılaşmalarda çatışmalara sebep olmadığını ve bir arada yaşamayı baltalamadığını söyleyemeyiz. Siyaset gündelik hayata etki eder, sıradanlaşanı tekinsiz gösterirken gerçek tekinsizi sıradanlaştırabilir.
Özdemir (2015) Fransa ve Türkiye’deki çatışmacı söylemleri analiz ederken tabanda görülen yabancı düşmanlığında devlet söylemi ve medyanın büyük etkisi olduğunu saptamıştır. Oğuz (2015) da mültecilerin çok yoğun olduğu Gaziantep’te yaptığı araştırmada benzer bir sonuca varmış, çatışmacı siyasi söylemin etkisi ile gerçek hayatta mültecilerle yalnızca yüzeysel olarak ilişkilenmiş olan kişilerin dahi mülteciler hakkında olumsuz fikirleri olduğunu gözlemlemiştir. Ayrıca, ORSAM’ın araştırmalarında da görüldüğü üzere, göçle birlikte değişen sosyo-ekonomik dengeler yerel halkta tepkilere yol açmaktadır ve bu da bir tür mülteci karşıtı söyleme dönüşebilmektedir. Tam bu noktada, birlikte yaşamanın imkanlarına dair aceleci olmayan ve hassas bir analiz yapmak gerekiyor.
Suriyeli mülteciler için yıllar önce kullanılmaya başlanan “müstakbel vatandaşlar” tanımlaması kulağa şimdilerde çok daha gerçekçi geliyor çünkü Türkiye’ye göç eden Suriyelilerin büyük bir kısmının artık kalıcı olduğunu biliyoruz. İçişleri Bakanlığı’nın 2019’da yaptığı açıklamaya göre yaklaşık 500.000 Suriyeli çocuk burada doğdu. O halde, artık kamusal hayatın bir parçası olmuş mültecilerin “geçici misafir” olmadıklarını kabul ederek uzun vadeli politikalar geliştirmek birlikte yaşamanın koşulları açısından son derece önemli. Ancak, Türkiye’de sosyal devletin zayıflığı ve insan onuruna yakışır bir hayat sunacak uzun vadeli politikaların halihazırda vatandaş olanlar için dahi oldukça sınırlı ve sorunlu olması mülteciler için gündeme getirilen her türlü sosyal politika talebinin tepkiyle karşılanmasına sebep oluyor.
Yasal statülerinin eğretiliği sebebiyle ancak eğreti işlerde çalışabilen mülteciler ucuz emek gücü olarak sömürüldüğünde bir sosyal demokratın talep edebileceği tek şey işgücü piyasalarının ve sosyal koruma politikalarının herkes için insan onuruna yakışır bir hayat sunacak şekilde düzenlenmesidir. Mültecilerin işgücü piyasasında yaşadığı sorunların giderilmesini talep etmek işgücü piyasasında pazarlık gücü en düşük olanı, en zayıf ve en korunmasız olanı desteklemeye yönelik bir kamu sorumluluğu tarif etmektir. Dolayısıyla, mülteci emeğinin sömürülmediği bir işgücü piyasası aslında pazarlık gücü ne kadar düşük olursa olsun kimsenin sömürülmediği bir çalışma yaşamı demektir.
Vatandaşlar ile mülteciler arasında bir menfaat çatışması olduğu yanılsaması siyaseten yayıldığında öfkenin hedefi herkese insan onuruna yakışır iş ve Amartya Sen’in deyişiyle “kabul edilebilir” standartlarda bir yaşam için gereken sosyal politika düzenlemelerini yapma iradesi göstermeyen yöneticiler değil; yerinden yurdundan ve belki tüm geçim kaynaklarından olmuş, hayatı sil baştan öğrenmek ve kazanmak zorunda kalan yoksul mülteciler olmaktadır. Elbette kayıt dışı çalıştırılan, asgari ücret alsa da açlık sınırının altında yaşayan, maaşının yarısını kiraya verdiği halde kabul edilemez koşullarda barınan, çocuklarının gıda ve eğitim masraflarına yetişemediği için akşam eve buruk dönen, günün 12 saatini geçimini kazanmak için evin dışında geçiren, dinlenmeyi unutan, pandemide işsiz kalan ve geçici yardımlar dışında bir alternatif sunulmayan vatandaşların öfkesi haklı bir öfkedir. Ancak, öfkenin hedefi bu koşulları düzenleme yetkisi ve sorumluluğu olan karar alıcılar yerine aynı yoksulluk koşullarında yaşayan kişiler olmamalıdır.
Öfkeyi doğru yönetmek hem gerçekçi bir değişim talebinde bulunmanın hem de iyi bir toplumsal muhalefetin olmazsa olmazıdır. Burada sosyal uyum kavramının önemi daha fazla ortaya çıkmaktadır. Göçmenlerin yaşadıkları ülkeye sağladıkları katkı ve o ülkeye dair ümitlerini ayakta tutan başarı hikayeleri diğer mültecilerim sosyal uyuma olan inancını da hızlandıracaktır. Geçtiğimiz günlerde açıklanan Lise Giriş Sınavında tüm soruları doğru cevaplayan Siirt Kurtalan İmamhatip Ortaokulunda okuyan Suriyeli Dlyar Safo bunun en güzel örneğidir. Hiç kimse kendi vatanında aç veya tok yattığı çatısı olan bir evden, ışıklarda cam silmek için başka ülkeye gitmek istemez. Türkiye, Savaşın ülke değiştirttiği her bir göçmene tutunacak bir dal verecek kadar zengin olmasa da Sanat, spor, bilim ve iş dünyasında bu başarı hikayeleri devam etmelidir.
Göç etmek çoğu zaman göçmen olunan yerde yeni bir hayat inşa etmekten çok daha kolaydır. Uluslararası göç literatüründe psikoloji temelli açıklamalarda kullanılan “dayanıklılık” (resiliency) kavramı ile, bazı kişilik özelliklerine sahip bireylerin gittikleri/göçmen oldukları yere daha kolay uyum sağlayarak yeni bir hayat kurabilme kapasitesine sahip olduğu söylenir. Bu açıklamalara göre herkes bir gün göçmen/mülteci olabilir fakat 10 yılı aşkın bir süredir geçici politikalarla üstü örtülen bir yerde göçmen/mülteci kalmanın zorluklarıyla baş edebilmek her şeye rağmen umudu yeşertip kendine yol açabilenlerin işidir.
Ne yazık ki; devasa bir sosyal politika açığını bireysel başarı hikayeleriyle kapatmak imkansız olsa da sosyal entegrasyon ve toplumsal barış için kamu sorumluluğu alınmadığı sürece bu koşullarda ayakta kalmanın tek yolunun bireysel dayanıklılığı (resiliency) arttırmak olduğu yalanı söylenmeye devam edecek. Gerçeği duymak isteyenlerin ise Türkiye’deki mültecilere “göçmek mi zordu yoksa bu koşullarda göçmen kalmaya devam etmek mi?” diye sorması yeterli.
* Bu yazı 2019 yılında Bodrum’dan Yunanistan’ın İstanköy Adası’na yasa dışı yollarla geçmeye çalışırken ölen ve cesedi karaya vuran Suriye uyruklu 3 yaşındaki Aylan Kurdi’ye, tüm dünyadaki göçmenlere ve kendini göçmen hissedenlere ithaf edilmiştir.