Sosyal harcamaları savunanlar için pandemi ne söylüyor?

Dünya Ekonomik Forumu, Covid-19 sonrası ekonomik sürdürülebilirlik için 2020 yılının mayıs ayında "Büyük Sıfırlama" gündemini duyurdu. Buna göre, ülke ekonomilerinin pandeminin açığa çıkardıklarını göz ardı ederek ayakta kalması mümkün değildir. Covid-19’un aynı zamanda bir ekonomik afet olduğu herkesin üzerinde uzlaştığı bir gerçeklik olarak önümüzde duruyor. Benzer "sürprizlere" karşı dayanıklı, sürdürülebilir, kapsayıcı ekonomiler inşa etmek için hem ülkelerin yörüngelerini kamu harcamalarına çevirmesi hem küresel düzlemde bir iş birliğinin hayata geçmesi gerekiyor.

23.05.2021

Afetin kaynağı veya etki alanına göre üstesinden gelebilme süresi uzamış veya kısalmış olsa da insan eliyle veya doğal yolla gelen tüm felaketlerle baş edebilmek hem insanlık hem devletler tarihi için en hayati meselelerden biri olmuştur. Çığ, sel ve su taşkınları, hortum ve fırtınalar, volkan patlamaları, nükleer ve kimyasal felaketler, sel, deprem, kuraklık, yangınlar, kıtlık, şiddetli soğuklar... Kimi doğanın kendi denklemi içerisinde kimi ise insan eliyle meydana gelen her bir afet insan hayatının kurgusunu yeniden şekillendirmiştir. Örneğin hâlâ eksik ve yanlış uygulamalar olmasına karşı yüzyılların tecrübesi ile artık deprem karşısında ne yapacağımızı biliyoruz.

Hem yerel hem merkezi yönetimler deprem gibi bir afetin hemen öncesi (konutları depreme dayanıklı bölgelerde yapmak, sorunu zeminin tespit edildiği bölgelerde yapılaşma mecbur ise mühendis rehberliğinde önerilen yapı türüne yönelmek ve malzeme kalitesinden ödün vermemek vb.) hem sonrası (kurtarma ekiplerinin olay yerine müdahalesi, hayat kurtarma açısından ilk saatlerin önemi, deprem bölgesine ilk ulaşacak malzemelerin temiz su, hijyen malzemeleri, çocuk bezi ve maması, battaniye, gıda ve barınma olduğu vb.) için sayısız önlem ve eylemden oluşan geniş bir repertuvara sahip. Depreme dair kritik bilgiler kamu otoriteleri kadar vatandaş düzeyinde de yaygınlaşmış durumda ve vatandaşlar olası bir depremde nasıl ve hangi malzemeler ile sürecin yönetilmesine katkıda bulunabileceklerini biliyorlar.

Ama bugün yaşadığımız ve bir “biyolojik afet” olarak tanımlanan Covid-19 için aynı şeyleri söylemek mümkün değil. Ne insanlığın biriktirdiği böyle bir tecrübesi var ve ne de bu ve benzeri salgınların yaşandığı yüzyıllardaki gibi insan-mekan ilişkisi görece stabil, öngörülebilir ve yönetilebilir. Her gün, her an milyonlarca insanın şehir değil ülke değiştirdiği, insan hareketliliği ile yayılan bu afeti yönetebilmek için gerekli olan stabilizasyonu sağlamak oldukça güç.

Dünya Ekonomik Forumu, Covid-19 sonrası ekonomik sürdürülebilirlik için 2020 yılının mayıs ayında "Büyük Sıfırlama" gündemini duyurdu. Buna göre, ülke ekonomilerinin pandeminin açığa çıkardıklarını göz ardı ederek ayakta kalması mümkün değildir. Covid-19’un aynı zamanda bir ekonomik afet olduğu herkesin üzerinde uzlaştığı bir gerçeklik olarak önümüzde duruyor. Benzer "sürprizlere" karşı dayanıklı, sürdürülebilir, kapsayıcı ekonomiler inşa etmek için hem ülkelerin yörüngelerini kamu harcamalarına çevirmesi hem küresel düzlemde bir iş birliğinin hayata geçmesi gerekiyor.

Bu gerçeklik artık Dünya Bankası gibi pek de kamucu olmamakla bilinen uluslararası kurumlar tarafından dahi şiddetle savunulmaktadır. Krizlerin, büyük yıkımların, sarsıcı süreçlerin topluma, kamuya, vatandaşlığa ve haklara dair açık ettiklerini bugün için okumayı başaramayanlar için tekerrür eden tarihi işaret etmekte fayda var. Örneğin, refah devletinin altın çağı olarak bilinen Keynezyen dönem ‘Büyük Depresyon'un gölgesinde hayata geçmiştir. Krizler kendi koşullarını dayatır ve toplumsal çözülmenin önüne geçmek için devletler bir süre o koşullara teslim olabilir. Fakat kısa süreli yörünge değişiklikleri ile krizler karşısında dayanıklılık kazanılması mümkün görünmemektedir. Liberalizmin kalesi ABD’de dahi 1930’lu yılları vuran büyük ekonomik kriz sonrası devletin ekonomiyi düzenleyici bir rol üstlendiği, kamu harcamalarını arttırdığı bilinmektedir. Türkiye’de de sarsıcı bir yeniden doğuş süreci olan Cumhuriyetin ilk döneminde (1933-1950) devlet öncülüğünde kalkınma modeli uygulanmıştır.

Ancak, bir krizle mücadele aracı olarak başvurulan kamucu modeller çok geçmeden terk edilmiştir. G-20 ülkelerinin Covid-19 krizinin ekonomik etkileriyle baş edebilmek için harcadıkları bütçe, 2008 kriziyle mücadele için ayrılan bütçenin tam üç katıdır. Yine sosyal demokratlığıyla bilinmeyen İngiltere ve ABD’nin bu süreçte oldukça yüksek oranlarda sosyal harcama yaptığı görülmektedir. Bu, tüm ülke ekonomileri için bir virüsün taşıyamayacağı kadar büyük bir mesajdır. Dünya Ekonomik Forumu’nun deyişiyle, insanların kriz ve afet gibi beklenmedik sarsılmalar karşısında sosyal koruma kalkanı olmaksızın piyasaların insafına bırakılmasının sürdürülemez olmasına dayanan bir "toplumsal sözleşmeyi yeniden canlandırma" çağrısıdır fakat “nereye kadar?” Elbette ki, Dünya Ekonomik Forumu bu denli yüksek sosyal harcama paylarının da sürdürülemez olduğunu düşünmekte ve pandemi bittiğinde ülkeleri yalnızca “en kırılgan olanları” korumaya devam etmeye çağırmaktadır. Dolayısıyla, bu “yeni toplumsal sözleşme” eşitsizlikleri ortadan kaldırmayı değil birtakım sosyal harcamaları sürdürerek toplumları çözülmekten korumayı hedeflemelidir.

Kamu tahayyülümüz açısından böyle bir kalıntı refah yaklaşımını reddetmekle birlikte, Türkiye’nin bu süreçte "en kırılgan olanlar" için dahi yeterli sosyal harcama yapmadığını görüyoruz. DİSK’in (2021) raporuna göre, Türkiye dünyada pandemiyle mücadelede nakit desteğine en az pay (% 1.1) ayıran iki ülkeden biridir. Yapılan ekonomik desteklerin yüzde 89’u özel şirketlere ve bankalara yöneliktir. Bu süreçte "Biz Bize Yeteriz" kampanyası ve Sosyal Koruma Kalkanı kapsamında 1.000 TL nakit desteği alan 8.5 milyon aile olduğu biliniyorken ne artan yoksulluk karşısında bu rakam ne de bu nakit transferleri için hükümetin ayırdığı doğrudan kaynak yeterli olamadı.

Yine DİSK’in raporuna göre, yapılan bu nakit transferleri de mevcut işsizlik sigortası fonu, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu ve bağış kampanyaları ile mümkün oldu. Dolayısıyla, Türkiye’de sosyal harcamalar bakımından pandemi öncesi ve sonrası arasında çok büyük ve anlamlı bir kırılmadan bahsetmek mümkün görünmemektedir. OECD’nin Sosyal Harcamalar Veritabanı'na göre, Türkiye pandemiye girerken GSYH’nın yüzde 12’si olan sosyal koruma bütçesi ile 37 ülke arasında 35’inci sırada yer alıyordu. Sağlık harcamalarına yüzde 3.3, aile destekleri için yüzde 0.5, işsizlik için ise yüzde 0.3 oranında bütçe payı ayrılmıştı. Yani Türkiye’nin Covid-19 gibi büyük bir krizi yönetebilmek için yeterli sosyal koruma altyapısı bulunmamaktaydı. Sosyal Güvenlik Kurumu’na göre 2020 yılında sosyal sigorta kapsamı dışındaki nüfus oranı yüzde 13’tü, 18 yaşını doldurmuş ve ne eğitimde ne istihdamda olup sosyal güvencesi olmayan yaklaşık 11 milyon kişi vardı.

Genel Sağlık Sigortası kapsamında olup primlerini ödeyemediği için borçlanan 6 milyon vatandaş bulunuyordu. Bu korunmasızlık tablosunun bugüne yansıması her dört haneden birinin sosyal yardıma ihtiyaç duyması, dar gelirli hanelerin yüzde 78’inin borcuna ek borç yüklenmesi, yüzde 75’inin gelirinin azalması ve yüzde 38’inin iş kaybı yaşamasıdır. Bu tabloyu değiştirmek dünyanın içinden geçtiği her kriz döneminde sarıldığı sosyal harcamaların payını bütünlüklü ve sürekliliği olan bir politika olarak hem makro düzeyde hem yerel yönetimlerde arttırmakla mümkün. Bu mümkünlüğün hayata geçmesi için ise yerel veya merkezi noktada kamusal faydası maksimum olan, günlük veya anlık siyasi dalgalanmalara kurban edilmeyen desteklenen, üreten, sürdürülebilir güçlü bir ekonomi ile olabilecektir.